“Bunu O mu söyledi, Muhammed.” “Evet Safiye Hanım, O söyledi!” “Kızımı, Fâtıma’mı da sordun mu? Yoksulları, köleleri, kadınları, ezilenleri?” “Sordum. Eliyle arkadaşlarını işaret etti. ‘Bunlardan kaçı köle biliyor musun? Kaç tanesi toplumun alt tabakası senin bundan haberin var mı?’ dedi. İslâm’ın her insanı eşit kabul eden bir din olduğunu; kimsenin renginden, ırkından ya da ekonomik durumundan dolayı diğerlerinden üstün ya da aşağı olmadığını anlattı uzun uzun.” “Beklediğine değdi mi sence?” “Değdi, hem de nasıl değdi.”
Elinizdeki kitap her ne kadar Fâtıma’nın hikâyesi olsa da aslında bir sorgulamanın, arayışın ve bir umudun hikâyesi. Bulmanın, bulamamanın, kavuşmanın, kavuşamamanın, özlemle çöllere düşenlerin, inadına bekleyenlerin, vazgeçmeyenlerin hikâyesi. Çocuğu diri diri toprağa gömülen annelerin, özgürlük peşinde koşan kölelerin, sosyal ve ekonomik sınıflar arasında kaybolmuş kitlelerin, heykellere tanrı diye tapmaya alıştırılmış yığınların ve son peygamber beklentisi içinde olan haniflerin arayışı gibi dursa da aslında topyekün bir insanlığın arayışının hikâyesi. Bir tarafta, “Keşke o günü görebilseydim!” diyenlerin; öte yandan, ayağına kadar gelen fırsatı tepenlerin hikâyesi. Soğuk ve uzun çöl gecelerini süsleyen inatçı filin, güzel ötüşlü Hüdhüd’ün, söz cambazı şairlerin, düzenbaz kâhinlerin, Allah’ın ikramı zemzemin, yaşlı Abdulmuttalib’in, eşkıya Cündep’in, iyi yürekli Sa’sa’nın, gizemli rahip Sergius’un, Bizanslı marangoz Bâkûm’un, bir grup faziletli adamın, kutsal şehir Mekke’nin, yemyeşil Yesrib’in ve kadim topraklar Şam’ın hikâyesi.