Zamanımızdan yüzlerce yıl öncesinde, Osmanlı ülkesinin cumbalı evlerinde, hanımeli kokulu bahçelerin mor sümbüllü köşelerinde, köpük beyazı yalıların sarmaşıklı hanelerinde sabun kokulu insanlar yaşardı. Gülünce gözlerinin içi güler, ağladıklarında vallahi en sahicisinden gözlerinden yaş gelirdi.
Kışın mangal başlarında toplanır, kömür ateşinde bol köpüklü kahveler kotarır, kahvelerini yudumlarken de birbirlerine hiç duyulmadık hikâyeler anlatırlardı. Yazın mehtaplı gecelerde, bahçedeki kuyuya düşen ay ışığının gölgesinde, asma çardaklarının altında oturup karanfilli şerbetlerini içerken hikâyeler söyleyip hikâyeler dinlemeye devam ederlerdi.
Zaman geçti, asırlar değişti, hikâye söylemek de masal anlatmak da unutulup gitti. Bir zamanların çeşme başlarında, harman meydanlarında, köy kahvelerinde, dost meclislerinde, helva sohbetlerinde anlatılan hikâyeleri, yüklüğe kaldırılan yorganlar gibi katlanıp kaldırıldı.
Gelin sizlerle güzel bir işin içine girelim. Yorganların arasına saklanan, tavan arasına kaldırılan, bir köşeye konup da unutulan hikâyelerimizi yeniden hatırlayalım.