Yokluk kasabasının, varlık mevkii civarındaydı; sicim gibi yağan yağmuru hissetti. Yağmur, iliklerine kadar işlemişti. İleride göz kırpan birkaç şanslı ışıktan başka karanlıktı her şey. Adımlarını sıklaştırdı Cem. Yer yer yalnız mezarların, yer yer toprağın üzerinde kalmış çeşitli yaratıkların kemiklerine şahit oldu. Sanki yüzyıllar öncesinde kullanılmış ve terk edilmiş bir kasabaydı burası. Sanki ölümsüzlerin ölümlü avatarına büründüğü, son azizlerin ölüme mahkûm edildiği, Petrusun horozun kaç defa öttüğü noktasına mahal bırakmadan İsayı inkâr ettiği, İsanın ölüme giderken arkasından çınlayan Ecce Homo kelimelerinin anlamsızlaştığı, hakikatin ta kendisi olan bir kasabaydı burası. Hem rahmetin, hem lanetin kucak kucağa yattığı az bulunur bir manaydı burası. Karanlığa rağmen rüzgârın perde perde taşıdığı uğultuları duydu sonra. Engin bir düzlük, düzlüğün ortasında sık dallarıyla duran karaağacın çevresindeki kalabalığı fark etti. Bir şeyler duymak istercesine, bir şeyleri bekliyormuşçasına bir halleri vardı. Bu bekleyiş yüz yıllarca sürse, yine de beklerdi bu yaratılmışlar. Kendilerince inşa etmeyi, kendilerince var olmayı asla beceremediler. Bizim bilmediklerimizi var eden biliyordu elbet. Onlara doğru yaklaşırken bu insanların başka çağlardan kopup geldiklerini fark etti. Shostakovichin ikinci valsi duyuluyordu derinden. İnsanlar mahşer yerinin provasındaymışçasına çiftler halinde müziğin akışına kendilerini bırakmışlar dans ediyorlardı.