Vazgeçildiğim kadar kötüyüm, bir başına bırakıldığım kadar karanlık, hırpalandığım kadar öfkeli ve incitildiğim kadar acımasız. Suçlu değilim. Masum? Hiç değilim. Bir yanım “Hak etmiyorsun!” diyor güzellikleri, bir yanım hayattan alacaklı. Saatler devrederken kendini bir sonraya, içimde büyümeyi bırakıyor çiçekler. Kuşlar susuyor… Çocuklar küsüyor… Devirdim ayaklarımın altındaki sehpayı, tutundum boynumdaki ipe ve inanmazsınız (bilirim inanmazsınız, çünkü eksiktir inancınız) bundan zerre kadar keyif almadım. Şimdi köşemden izleyeceğim ardı ardına yıkılan sütunları… Dindi fırtına… Yüzüme çarpa çarpa durdu o yağmur da… Bundan sonrası hüzünlü toprak kokusu ancak. Ah biliyorum, üzerime üzerime sürdüğünüz atlar hiç yabancı değildi. Hiçbiri yabancı değil… En yakınımda yelelerini okşadığım da oradaydı, en uzağımda henüz alnına dokunmadıklarım da… Ama atlar konuşmaz değil mi? Ne bir şehir yıkılırken insanın başına, ne emek onca güzelliğiyle yok olurken, ne iyi niyet kendini çekerken ipe, ne de rengârenk bir inanç solmadan kururken… Atlar konuşmaz… Ve sonunda bir gün içinden dörtnala geçen atların, nasıl da uzakta kaldığına şaşar insan. İnsan olanın içinden bir söz yükselir bazen, hayata bağından bile kuvvetlidir bazen söz, durdurulamaz! “Güzel bir şey görmeyin bundan sonra, bilirim bırakmazsınız iliğini kurutmadan!”